Metin Yazarı, Senarist, Sunucu, Yapımcı, Şair ve Yönetmen

A. Yağmur TUNALI

Ana Sayfa
Hakkinda
Siirleri
Yazilari
=> Son Krifos - Kritik -
=> Seki,ye Kar Dusende
=> Alusta,dan Esgen Yeller
Basinda
Resimli Siirleri
Iletisim
MELÂL BURCU

Rûhumda vakitsiz uyandın çiçek, Akşam öksüz, gece çılgın..ne desem?

A. Yağmur TUNALI

SON KRİFOS ( A.Yağmur Tunalı )

Son Krifos

Bu, bir hikaye değil. Son Krifos* adıyla bir roman olarak önümüze gelen, yakın tarihin yazılmamış sayfalarıdır. Biz, pek çok şey gibi, hatta bütün bütüne tarihimiz gibi çoktan unutmuştuk. Unutturmadılar. Asırlarca beraber yaşadığımız dünkü kapı komşularımız, yüzyıllar süren gayretleriyle bizi de uyandırdılar. Tam da, “Vur eski kölesi uyandır onu/bırakma uyusun, uyandır onu” mısralarında olduğu gibi. Gökalp’ın bu mısralarında “köle” kelimesine itirazınız elbette yerindedir, fakat hüküm maalesef tamamen doğrudur.
Bizi uyandırmak için, adeta bir kırbaca ihtiyaç var. Ne hazindir ki, üzerimize ölü toprağı serpilmiş gibiyiz. Evet bize bir haller oldu: Bir kırbaç yemeden, hatta kırbaçlar yemeden uyanacak gibi durmuyoruz. Aksi takdirde, inkarın yolunu tutuyor veya topluluk hafızasını tozlanmaya bırakıyor, yalnız bugünde ve bugün için yaşamaya bakıyoruz. Yazık ki, bugünü yaşamanın uzak cedlerimizle, onların mirasıyla, yani geçmişle mümkün olduğunu bilemiyoruz. Geçmişi olmayanın bugünü olamayacağını, bilemiyoruz. Bu arıza, bize, sanırım gücümüzü kaybettiğimiz son yüzyıllarda bulaştı ve Cumhuriyet’le zirveye çıktı.
Cumhuriyet’le yeni bir sayfa açtık. Bembeyaz bir sayfa. Cumhuriyet bir milat oldu ve diğer milatları, özellikle bir çok miladı saklayan bin yıllık tarih devresini âdetâ yok saymayı uygun gördük. Bu, bir büyük millete yakışmayacak, tuhaf, anlaşılmaz, acayip haller başımıza çok iş açtı.
Üstüne üstlük, biz yok saysak da, tarihten dostluk veya düşmanlık çıkarmakta fayda görenler uzun ve sabırlı bir çalışmanın içindeydiler.
Biz ‘‘1915, Osmanlı’nın meselesi, biz Cumhuriyetiz…” desek de, Asala militanları diplomatlarımızı öldürmeye devam ediyorlardı. 1915 tehcîrine karar verenlerden Başbakan Talat Paşa dahil, Cemal Paşa dahil, pek çok ileri geleni de katletmişlerdi. Bugün bazılarının iddia etmelerine bakılırsa, eğer bu işte sorumluluk devletin değil bazı idarecilerinse ve onların işlediği cürümler için “özür” dileniyorsa, bu defterin, o sorumluların öldürülmesiyle zaten kapanmış olması gerekmez miydi? Bırakınız bu öldürülmelere karşı itirazı, bunu söyleyerek bile , “özürcülere” hatırlatmada bulunan olmadı. Bizden öldürülenlerin ölümü hak ettiğine, en azından kanının değersizliğine inandırılan baba inkarcısı nesiller yetiştirdik. O kadar tarihi unutmuş ve o kadar tarihe uzağız.
Suçlamalar oldukça, yerimizden bir parça kımıldıyor ve “genetik” şifrelerin tazyikiyle “bu böyle olmamalı” diyerek el yordamıyla müdafaaya geçiyoruz. Biz müdafaaya geçtiğimiz anda da, atı alan Üsküdar’ı zaten geçmiş oluyor. Ermeni meselesi bunun tipik bir örneği olduğu için misal olarak alıyorum.
Ermenilerin, yıllarca, masum halkı katledişlerini, çete hareketlerini, devletin savaştığı başka bir ülkenin ordusunda alaylar oluşturmalarını bir kenara bırakınız: Sadrazam (Başbakan) Talat Paşa’nın Ermenilerce Berlin’de katlini konuşan var mı? O ve ermeni komitelerince katledilen yüzlerce Türk devlet adamı herhangi bir Ermeni’den, herhangi bir insandan daha mı değersizdir? Türklerin kanı akıtılabilir ve o kanın davası güdülmez mi? Onlar için hesap sorulacak birileri aranmaz mı? Bunları sormak yoksa ayıp mıdır, günah mıdır? Ve buna kim veya kimler karar veriyor? Kimler ne adına, nasıl ve niçin alet oluyor?
Bu garip Milletin üstüne yedi düvel çullanırken, içerde de her türlü hainane hareketler yapılırken, devletin eli kolu bağlı durması mı gerekiyordu? Kanlar dökerek vatan yaptığı toprağını, insanını, hakkını –hukukunu “müstevli orduları”na ve yandaşlarına altın tepside sunması mı gerekiyordu? Bu sorular, istendiği kadar, çoğaltılabilir ve cevabı öncelikle Türkiye’de yaşayan, adı bizimle anılan “özürcü”lerden beklenir.
Ben size, “…bu bir hikaye değil, roman olduğuna da bakmayınız!” diyerek sevgili dostum Turgay Bostan’ın eserinden bahsedecektim. Kalemi, onun için elime aldım. Ama, Turgay’ın romanı üzerinde düşünürken, bitmez tükenmez katmerli za’fımız içimi yaktı.
Aziz Yahya Kemal’in hatıraları arasında, “Karanlıkta Uyanan Biri” adını taşıyan bir yazısını hatırladım. Demek, 100 yıl öncesinde de, Türk çocukları kendi milliyetlerine karşı acımasız bir kayıtsızlık içindeymişler. Şaşılacak şeydir ki, Balkanlardaki çetecilik hareketleri sırasında, bazı Türk çocukları, Başkım üyesi olarak, devletlerine karşı yıkıcı eylemlerin merkezinde yer almışlar. Yahya Kemal’e bunu anlatan Üsküp’lü gencin tespiti zehir gibi. Diyor ki: ‘‘Eski Türk beylerinin, ağalarının, esnafının çocukları Başkım Kulüpleri’ne yazıldılar; kendi kanlarına sövmenin lezzetini aldılar. (Yahya Kemal, Çocukluğum Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hâtıralarım, s.48) Bu satırlar, her okuyuşumda, her hatırlayışımda bir hançer gibi bağrıma saplanır, genzimi iflah olmaz bir illetin acısı yakar.
Evet bazı Türk çocukları, hala bir takım kulüplere yazılıyor ve “kanlarına sövme”nin tadını alıyorlar. En azından şu konjonktürde, Özürcüler de, bu günlerde yayına giren “Güz Sancısı”ndan ferahlananlar da, böyle “sövme” hissiyle hareket edenlerdir; en azından yüzyıllardır yaşadığımız gibi, gafletle ayağına kurşun sıkanlardır diye düşünenler büsbütün haksız mı?
Dostumuz Karakoyunlu, şöhret adına, hakikatleri feda etmeyi göze alan bir adam olarak anılmayı hak edeceğini ilk defa bu satırlarda ve benden duymadı. İlber Ortaylı’dan başlayarak pek çok dünya çapında uzman, onu, ilmî ve târihî gerçekler konusunda uyardı. Ciddî ciddî Nobel’i düşündüğünü bazı dostlarımıza ifade ettiğini bildiğimiz için, esasen fazlaca bir yoruma da gerek yok. Bir zamanlar TRT’de mesai arkadaşım olan Tomris’in tavrını değerlendirmeyi ise, -eski tabirle söylersem- “zâid addederim”.
Bu işler, sistematik bir şekilde yapılıyor olmasa, ”böyle düşünenler de var” der, geçeriz. Uluslararası bir organizasyona “eklemlenmese”, öyle düşünmeyebiliriz. Ancak, tam bir “taammüd” karşısında olduğumuzu düşünenlerimiz ve Karakoyunlu gibi şöhret’e ve Nobel’e vurgunluk adına hakikati hançerleyen Türkler oldukça, “karanlıkta bile uyanamamak” tan endişe edenlerimiz olması tabiidir.
Ancak, gayet tabii bu konuda da ümitsizliğe sonsuz prim vermeye gerek yok: Çünkü, dün olduğu gibi bugün de görenler, bilenler oldukça, karanlıkta avlananların sonu hüsran olacaktır, diye düşünenlerimiz hiç de az değil. Siz patırtılı havaya bakmayınız. Eskilerin çok sevdiği bir klişeyle söyleyelim: “Bu da geçer…” Geçecektir.
Yapılan hatalar hiç konuşulmasın demek isteyen yok. Elbette konuşulacak, yazılacak, değerlendirilecek. Ben,6-7 Eylül olaylarını tasvib edecek bir kişi bile tanımıyorum. Hatta pek çok kişiden duydum: Kıbrıs ve Batı Trakya’daki Türklerin o günlerde yaşadığı kritik vaziyet de olanları mazur göstermez. Ancak, bize yapılanlar ve hangi şartlarda yanlışlıkların olduğu da bilinsin.
Bu tip olaylardan bin beterleri, bize sayısız yerde, sayısız defa yapıldı. Yakın tarihte, Balkanlar’da, Hicaz’da, Ortadoğu’da yaşananları hatırlayınız. En azından bugün yaşadığımız, bildiğimiz bir tek gerçeği olsun hatırlayınız: Yüzyıllardır bir Türk Yurdu olan bugünkü Ermenistan’da bir Türk bile bırakılmadı. Binlerle ifade edilebilecek bu millete karşı yapılmış zulümler, işkenceler, hatta Balkanlarda olduğu gibi soykırım hedefini güden hareketler ve tarihin gördüğü en acı sahnelerin yaşandığı Rumeli göçleri üzerine bir dikkat görüyor musunuz? Bu kadar uzağa gitmeye gerek yok: Karabağ’daki Ermeni işgalinden bahseden var mı? Karakoyunlu dostumuz bunları bilmeyen bir kimse midir? O halde bir de bu konulardan biri üzerine roman yazamaz mıydı?
Bu sualin peşine düşenler olacaktır; çünkü Karakoyunlu, bu konuların da, bu işlerin de cahili değildir.
Bunları mazeret olarak sıralamıyorum. Buna rağmen 6-7 Eylül’ü mazur görecek ve tasvib edecek bir Türk yoktur. Biz bu kadar intikam hissinden uzağız. İntikam hissi duymak için de hatırlamak ve bilmek gerekiyor. Bir de galiba Türk olmamak gerekiyor; çünkü, Türklerin intikam hissinin yok denecek kadar az olduğunu tarihte de kısa hayatlarımızda da pek çok örnekte gördük. Ayrıca, Türkler zaten unutmayı tercih etmişler ve her vesileyle görüyoruz ki, her bakımdan hiç de iyi etmemişlerdir.
Her milletin tarihinde de, bugününde de sıkıntılı dönemler ve sıkıntılı icralar olur, hatta utanılacak ve özür dilemeyi gerektirecek haller de olabilir, olur. Bunun aksini söylemek mümkün değildir. Ancak, “Bakalım bu Türkler, nerede ne hata yapmış?” diye yola çıkıp, pertavsız ve cımbız elinde ava çıkanların iyi niyetini sorgulamak da, hem entelektüel görevimiz, hem de uyanık olmak bakımından, dolayısıyla millî bir gerekliliktir. Onun için, hatalara projektör tutanlara projektör tutmak da kaçınılmazdır.
Turgay’ın romanı, doğrudan bunu söylemiyor, hatta hiç söylemiyor; hatta, özellikle Rumlara sempati bile duyuruyor, ama geneline bakarsak, okuyanda bu dikkati de uyandırıyor. Anlıyorsunuz ki, saf Türkler, aldatılmışlardır.

*****
Son Krifos, Karadeniz Rumlarının Pontus hayalleriyle şekillenen bir roman. Adından başlayalım: Krifos, krifi..” gizli ve gizliler” anlamında imiş. Romanın 67. Sayfasında, dipnotu’nda böyle belirtiliyor. Terim olarak, 16. Ve 17. Yüzyıllarda bölge Rumlarının, Müslümanları kandırmak için başvurdukları bir iki yüzlülük olarak ortaya çıkıyor. Yani, o tarihlerden başlayarak, “biz Müslüman olduk “ diyorlar ve öyle yaşamaya başlıyorlar. Bölgenin saf insanları, bizim güzel Karadenizlilerimiz, bunlara gayet tabii inanıyorlar ve tam bir entegrasyon içinde değerlendiriyorlar. O zaman, dünyada olduğu gibi, bizde de din esaslı bir ayırım olduğu için, ayrılık gayrılık bitiyor. Ama, bizimkilere göre bitiyor… Bunun, bir “gizlenme ve aldatma” olduğunu hiç akıllarına bile getirmeyen Müslümanlar, aşağı yukarı 250 sene boyunca aldatılıyorlar. Çünkü, Müslümanlığını ilan eden Rumlar ve onların çocukları, torunları, torunlarının torunları.. “gizlice” Hıristiyanlıklarını devam ettiriyorlar. Evlerinin altına yaptıkları şapellerde, Hıristiyanlıkla ilgili vecibelerini yerine getiriyorlar.
Bütün Rumların bu yola başvurduğu sanılmasın. Bir kısım Rumlar, açık Hıristiyan olarak, her türlü dinî serbesti olan Osmanlı kanunları çerçevesinde ayrı bir cemaat olarak yaşıyorlar, hatta dini cemaat esprisi içinde ayrı bir hukukla kendi kendilerini yönetiyorlar. Krifiler ise, bu açıktan Hıristiyanlığını devam ettirenler gibi açık kiliselere gitmiyorlar, gizli şapellerde ibadet ediyorlar.
Bu akıl almaz iş, 19. Asrın ikinci yarısına kadar devam ediyor. Devletin zayıflamaya başlamasından faydalanarak, yavaş yavaş yeniden Hıristiyanlığa geçmeye başlıyorlar. Halka göre, “tanassur” ediyorlar, yani, dinden çıkıyorlar; dinî terminolojiyle ifade edersek “mürted” oluyorlar. Ama aslında Müslümanlar bilmiyorlar ki, onlar yalnızca Müslüman görünme kisvesini atıyorlar. Çünkü, zaten hiçbir zaman Müslüman olmamışlardı. Sadece, Müslümanları aldatmışlardı. Aralarından samimi olarak Müslüman olanlar tabii ki Müslüman kaldılar ve sonra yaşanacak büyük acılardan hisselerine düşeni fazlasıyla aldılar. Bugün onlardan bazıları, hala Karadeniz’de ve ülkenin diğer şehirlerinde Türk ve Müslüman olarak yaşıyor olmalılar.
Turgay Bostan’ın bu romanı, bu konu hakkında yazılmış ilk eser olarak kaydediliyor. Bugüne kadar yazılmamış olmasına hayret etmemek mümkün değil. Halbuki, Ermeni meselesinde olduğu gibi, Pontus hayalleriyle ilgili olarak da geniş bir literatür oluşturuldu. Bir meraklı dostum, bana bu konudaki eserlerin binlerle ifade edilebileceğini söyledi. Bu dostumun, orada burada ulu-orta konuşan ve bir şey bilmeyen dedikoducu ve faydasından çok zararı bulunduğu şüphe götürmezlerden olmadığını bilhassa belirtmeliyim. Bir başka aynı yüksek değerde dostum, dünyada 250’ye yakın Pontus Derneği olduğunu söyledi. Dehşete kapıldım. Siz de dehşete kapılın lütfen! Çünkü bu, muazzam bir teşkilatlı çalışmanın olduğunu gösteriyor. Bir de bakacağız ki, Ermeni meselesinde olduğu gibi, dünya bir yalana inandırılmış ve savunma yapamayacak duruma gelmişiz. Çünkü hazırlıksızız.
Son Krifos, evet bir ilktir. Bu ilkte, bizim saflıklarımız var, arkadan vurulmuşluğumuz var, yerine konulamaz ölçüde kayıplarımız var.
Eserde, ağırlıkla, 1856 sonrası olaylarına yer veriliyor. Çevre, bugünkü Torul ilçesi, Gümüşhane ve Trabzon illeri eksenlidir. Rumlar ve Türkler bir aradadır. Tarihin bir devresinde başlayan krifilikler (saklanma, gizlenme ihtiyaçlı din değiştirmeler), tersi bir sürece dönmüştür. Vergiden kaçma, yardım alma vesair sebeblerle “sûretâ” Müslüman olanlar, artık gizlenme gereğini duymamaktadırlar. Şartlara göre vaziyet alan Rum karakteri, şaşırtıcı bir manevrasını daha göstermektedir. Müslümanlar şaşkındır. Bazı Rumlar da şaşkındır. Hatta krifi olanlar bile şaşkın ve mahcubtur. Dini açıdan krifi olan Rumların bir kısmında, Türk komşularına ve Türk devletine bağlılık had safhada olduğu için, bu dönüşün bir ihanetle beraber gelmesinden dehşete düşüyor ve “bu kadar da olmaz!” diyorlar. Bugün PKK hareketinde ve geçmişte Ermeni komitecilerinde olduğu gibi, Rum çeteleri devlete bağlı olan bu Rumları da taciz ediyor ve hatta öldürüyorlar.
Anlaşılıyor ki, Rumluğu ve bölge Rumlarını bütünüyle mahkum edecek bir durum söz konusu değildir. İyi Rumlar da, iyi Türkler de vardır. İyi Rumların başında, Fırıncı Aleksi gelir. O, Son Krifos’tur ve aynı zamanda yaşadığı devlete sonuna kadar da bağlı kalmıştır. Romanın baş kahramanı da odur. Oğlu Anastas, Pontus idealinin amansız bir militanı, kızı Maria, bir Türk gencinin sevgilisi, fakat inanmış bir Hıristiyan, annesi Martha ise, bu üçünün karması bir ruh halindedir. Romanın çekirdeğinde, bu aile ve Deli Kamil ailesi vardır. İkinci halkada, diğer Rum ve Türkler yer alır.
Asırlardır birlikte yaşayan Türk, Rum, Ermeni (Müslümanlar ve Hıristiyanlar) unsurların kimyası, tam olarak 93 Harbiyle bozulur. 93, yani 1877-78 harbi, bu unsurların açıktan Osmanlı aleyhine teşkilatlanma ve kullanılmalarının başlangıcıdır. Hem Rumlar ve hem de Ermeniler yeni bir devlet için kandırılmışlar ve yaşadıkları Osmanlı Devleti’ne baş kaldırmışlardır. 1923’e kadar devam eden bir süreç başlamıştır. Bu sürecin sonu, mübadele anlaşması’dır. Roman, bu devre arasında geçen olayları konu alır. Savaş fonunda, insan ilişkilerini, ideallerin yansımalarını anlatır. Evet, bu bir “anlatma”, “hikaye etme” , yani “tahkiye”dir. Roman olmaktan çok, belki o pek sevmediğim terimle “anlatı” olarak da değerlendirilebilir.
Kitap, ilk bakışta bazılarını ürkütecek kadar kalındır. 532 sayfadır. Ancak, okumaya başlayınca, çok ilgi çekici ve hemen herkes için yeni olay ve olay örgüleriyle dolu olduğundan, kolay okunuyor. Yazarın dili çok sade. Yaşadığı ve yaşadığı için çok iyi bildiği olayları, hikaye eden bir Yazar karşısında olduğunuzu görüyorsunuz. Yer yer, alışılmadık dil kullanışları var. Bunlar, yanlışlık olarak değil, bölgenin hususiyetlerini veren kullanışlar olarak değerlendirilmeli. Dil konusunda, zaman zaman pek de doğru olmadığını düşündüğünüz kullanışlar da var, yer yer tam profesyonel bir yazar karşısında olduğunuzu düşündüren bölümler de var. Turgay, çok mahirane bir iş yapmış. Romanda kullanılan en zor anlatım unsurlarından biri olan uzun tasvir’lere pek girmemiş. Hem tasvire ve hem de ruh çözümlemelerine fazlaca iltifat etmemiş. Erbabının çok iyi değerlendirebileceği gibi, bu, kalemi tökezletme ihtimali en yüksek bir durumdan kurtulmak demektir. Buna rağmen, karakterler çok net ortaya çıkıyor; çünkü, olaylar içindeki davranışlarını apaçık görüyor ve değerlendirebiliyoruz. Dolayısıyla, Yazar, bir dezavantajı avantaja çeviriyor.
Yazar, bizi o bölgenin dili ve özel kelime ve tabirleriyle buluşturuyor. Romanlarda pek rastlanmayacak şekilde, hemen her sayfanın altında o kelime ve tabirleri dipnotlarında izah ediyor. Kitabı okuyup bitirdiğinizde, yepyeni bir lügat ediniyorsunuz. Bu dipnotları ayrıca basılsa, küçük bir cilt tutabilir.
Bir özel durumu daha yazmadan geçmemeliyim: Yazar Turgay Bostan, benim çok yakın bir arkadaşımdır. Bu kitabı benim için bile sürpriz oldu. Turgay, çok iyi bir televizyoncudur. Kasten “televizyoncu” dedim. Çünkü, çok yönlü bir yayıncıdır. Hem prodüktör olarak, hem yönetmen olarak, hem de idareci olarak çok öne çıkmış bir isimdir. Bilenin çok da itibar görmediği kıskançlık ortamlarında, bu arada TRT’de Turgay’ın neler yaşadığını tahmin edebilirsiniz.
O’nun çok sevdiği Karadeniz esprilerine yaklaşan bir ifadeyle söyleyeyim: Turgay, bana bunu da etti ve bu roman sürprizini de parlak biyografisine yazdırdı. Ne kadar iftihar ettiğimi, ne kadar zevkli günler, saatler, dakikalar yaşadığımı kendisine söyleyemedim. Bu yazıda sanırım, bir parça ifade etmiş oldum.
Turgay’ın romanını beklediğimden iyi bulduğumu bazı dostların yanında kendisine de ifade etmiştim.
Öncelikle, Turgay, bir kalem adamı değildi. Bu yaşına kadar Yazar olarak da görünmemişti. Üstelik, bu romanı da hiç kimseye duyurmadan yazmıştı. Hatta, hiçbir aracı olmaksızın, doğrudan Ötüken’e göndermişti. Yani, kitabını, hiç tanımadığı ve kendisini de tanımayan bir yayınevi bastı. Bunu, çok önemli ve değerli bulduğum için yazdım. Hem Ötüken ve hem de Turgay için çok parlak bir referans olarak kayda geçsin istedim.
Turgay’ın eserinin tezli bir roman olmadığını söylemiştim. Evet öyledir. Romanın baş kişisi, yani Aleksi, yani Son Krifos, “romanın en olumlu tiplerinden biri olarak verilmiş” demiştim. Krifi olmasına rağmen, öyledir.
Bu bile apaçık gösterir ki, Yazar, romanını tezli bir roman anlayışıyla yazmamıştır. Araştırmaya ve büyük ölçüde yaşanmışlığa dayanan romanın, taraf olmaktan ziyade, sergileme düşüncesiyle kaleme alındığı anlaşılıyor. Bunu başardığı için de Yazar’ı tebrik etmek gerekir. Dolayısıyla, benim girişteki uzunca sayılabilecek sözlerimle romanın havası arasında bir münasebet yoktur. Ben aktüaliteden tarihe bir yolculuk ettim. Bir vazifeyi ifa ederken, büyük vazifeye atıfta bulundum.
Son Krifos’u pek yakında bir televizyon dizisi ve sinema filmi olarak görmek isterim. Zaten roman, hazır bir senaryo gibi. Çok kolay senaryolaştırılabilecek şekilde yazılmış. Yazan bir Yönetmen olunca, esere de bir film akıcılığı kazandırmış.

*****
Bu roman bir başlangıç olmalıdır. Başta Turgay olmak üzere, konuya ilgi duyanları, araştırıcıları büyük büyük işler bekliyor. Tarihi tarihte bırakmak olmaz. Tarih bugünde de yaşar. Yarına da intikal eder. Biz bunu unuttuk. Unuttukça da başımız dertten kurtulamayacak gibi görünüyor. Bizim unutmak için çabaladığımız her olay, her mesele, başkalarının prizmasından başka türlü yansımaya devam edecek. Çünkü onlar unutmuyorlar. Doğru olan, onların yaptığıdır, yanlışlık bizdedir. Bunu çıplak bir gerçek olarak bilmek ve harekete geçmek gerekeceği dağ gibi önümüzdedir.
Bunu yapmadığımız takdirde, Ermenilere devlet hediye etmek isteyecek olanlar, bizim aramızdan çıkacaktır. Pontus Devleti’ne en büyük yardımı yine bizimkilerin yaptığını göreceğiz. Tarih bunu gösteriyor. Yüzyıllara yayılan bir geçmişte, kerli ferli aydınlarımızın, kime ve hangi ideallere hizmet ettiğini hayretle görüyoruz. Anlı şanlı Namık Kemal’den Rıza Tevfik’e, Nazım’a kadar kimler bu konuda yanılmadı ki! Onların bir kısmı, “eski köle”nin vuruşuyla uyandılar. Bugünküleri uyandırmak için kaç eski kölenin kaç darbesi gerekecek acaba?
En azından, “Son Krifos” Aleksi gibi, “ Ya ben neyim Tanrım?” diye sorabilen entelektüeller beklemek bu milletin hakkıdır. Ve bu hak, asgari ölçülerde geçerlidir.

*** Sevgili Turgay’a bunları düşündürdüğü için de müteşekkirim.


*Son Krifos, Turgay Bostan, Ötüken Yayınevi,İstanbul 2008, 532 s.

kaynak: www.facebook.com/topic.php


SERİN MISRÂLAR

Konar yüreğime isminizle bir ışık. Açık pencereme yürür bir deli rüzgâr.

Şiir , قصائد , poems , Gedichte , Poèmes , ποιηματα , Poesie , Poemas , поэмы
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol